Üst Üste - Mustafa Söğüt




Üst Üste


-Şu klimaları açar mısınız?
-Hangi klimalar bacım, ancak camları açabiliriz.
-Öleceğim Allah’ım, hem sıcaktan hem bu adamdan

    Havalar ısınmaya başlamış, insanı terin suyun içinde bırakma dönemine girmişti. Ne güzeldi geçen ayki havanın sıcaklığı. Şimdi ise erimek üzere yola çıkmış bir demir gibi hissediyorum kendimi. Güneş dövüyor beni, sertleşmeyeceğim ama, ben daha fazla yok olup gideceğim.
  “Ay fena oluyorum, yeter!” Teyzenin birisi yıkılmak üzereyken son feryatlarını savuruyordu. Şöför bey ise hiç aldırış etmiyordu bir kadının yardım çığlıklarına. Arkalardan bir ses yükseldi “Ne kadar cinsiyet ayrımı yapan bir erkeksiniz. Sizi şikayet edeceğim.” Birileri işi kadın-erkek çatışmasına bağlamış, alakayı lavantaya sıvamıştı. Şöförün isyanı gecikmedi ve bağıran sese “Yav abla feminik misin, nesin? Ne saçma konuşuyorsun.” Ah şöför efendi, ne lüzumu vardı böyle serzenişin, susup otursana yerinde. Ne laf atıyorsun kadına, şimdi başlayacak konuşmaya ve inene kadar bezdirecek seni. Tam da öyle olmuştu, kadın hiç susmayacakmış gibi konuşmaya, hakaretler etmeye ve bizim de başımızı şişirmeye başlamıştı. İndiği vakit yüreğimize su serpilmiş, bir nebze ferahlamıştık. Bu şöförlere eğitim verilmeli, adı da ‘tepkisizlik’ olmalı, hiç lafa söze karışmamalı bu insanlar.                                                                      
   Kendimi dışarıya zor attım. Bir an bu kalabalıktan sıyrılıp inemeyeceğimi düşünüp üzülmüştüm. O hıncahınç yerin içerisinde en kötüsünü yaşayabilir, kapıya sıkışabilirdim. Bir keresinde başıma gelmişti ve ayağım kapıya sıkışmıştı. Çekip çıkaramamıştım ayağımı, yanımdaki insanlar olmasa oradan oraya çarpıp dengemi kaybedebilir, kafamı tutunma yerlerine çarpabilirdim. İyi ki insanlar var, yardım eden ve telaşlanan. 
   Sokakları bir bir arkamda bırakıyorum, her sokağı geçişimde ise evim bir kat daha gözümde görünür oluyor. Özlediğimi anlıyorum evimin sokağına sapınca. Ne çok sıkılmışım dışarıda, farkına şimdi varıyorum. Kusura bakma ev, değerini ancak görünce anlıyorum. Affet. 
   Dış kapı yine açık bırakılmış. “ Ulan Lütfü, bok var sanki açıp gidiyorsun. Senin yüzünden hırsız girecek binaya.” İşte kapımla karşı karşıyayız, utanmasam öpeceğim namussuzu. Boynuna sarılacağım, evlenen yeni gelinlerin kocalarına sarılışına özenip. Nezahat abla olmasa bunu yapabilirdim ama şu an beni gözetliyor olabilir. Kadın manyak gibi kapının gözünden merdivenleri dikizliyor; hiç sıkılmadan ve utanmadan seyrediyor milleti. Halbuki adı da çıktı kadının ama halen devam ediyor gözetleme mesleğine! Abla demek bile istemiyorum bu kadına ama alışmışım bir kere. İnsan abla kavramını kullandığı vakit sıcaklık, yakınlık ve samimilik arıyor ama Nezahat abla öyle mi? İyi gibi davranıyor sadece, o da adı çıktıktan sonra olmaya başladı, öncesinde yüzü gülmez somurtur bir halde insanların gözbebeklerine bakardı. Ne iğrenç bir durumdu bu. O anlarda tek düşündüğüm şey; “ Akşam, yine akşam, yine akşam. Göllerde bu dem bir kamış olsam” mısralarıdır. Nezahat ile bakışmaktansa Ahmet Haşim dizesi olmayı tercih ederim. 
   Ah! canım evim. Seni öyle seviyorum ki, sana methiyeler düzebilir, şımartabilirim hatta bir divan tertip edebilirim senin adına. Bir akım ilan edip üzerine teoriler ve kanunlar söyleyebilir, akademik bir çalışma bile yapabilirim. Senin için canım evim, dört köşesinde huzur olan tek beton yapı. -oh my dear.
   Ben bunları söylerken evim oralı bile olmuyordu, ben yokmuşum gibi davranıyordu. Sanki onu kırmışımcasına bir soğukluk esiyordu evin salonunda. “Niye, niçin böyle edersin, sana ne yaptı şu mahzun kul? Hele ki sen benim yerim, yurdum, sığınağımsın.” Ses gelmiyordu karşıdan, boş duvarlara konuşuyordum bugün. Ne yaptığımı da çok merak ediyordum, çünkü bu ilk defa başıma geliyordu. Evim ilk defa suskundu yüzüme. 
   “Ah! işte bu olamaz. inanamıyorum, şimdi anlaşıldı.”
   Evime hırsız girmişti ve bu yüzden somurtuyordu duvarlar bana karşı, çünkü kirlenmişlerdi yabancı birinin elleri yüzünden. O siyah eldivenler dokunmuştu fayanslara, kar maskesi merhaba bile dememişti gülen aynaya. Benim neşeli evimin tadını kaçırmış veyahut kaçırmışlardı. “Oy benim narin yurdum, huzur köşem, minnoş sehpalarım ve gardırobum. Sizlerin yaşadığı üzüntüyü ben de yaşıyorum şimdi, sizden bir farkım yok merak etmeyin. Herkesten kaçıp geldiğim tek yer, iş yerinde, otobüste ve sokakta hayalini kurduğum tek varlık. Şimdi sizlerle birlikte mahvoluyorum, tükeniyorum. Alçaklar nasıl yaptılar bunu, nasıl.” 
  Toparlanmalıyım.  
   Banyoya doğru istikametimi değiştiriyorum, çünkü yüzümü yıkamaya ihtiyacım var; ayılmalıyım, kendime gelmeliyim. Bu kadar yaygara yeter, nelerin çalındığına bakmalıyım bir an evvel. Nelerim alıp benden uzaklaştırılmış, nelerden mahrum bırakılmışım öğrenmem şart. Manevi bir kayıp yaşayacağımı bildiğim için pek hızlı bir inceleme gerçekleştirmiyorum, daha doğrusu korkuyorum maneviyatımı kaybedeceğim diye. Param pulum yok çünkü, ev kira zaten, bir başıma yaşıyorum ve hep dışarıdan yiyorum. Para biriktirme fırsatım hiç olmuyor. Elime geçen miktarı çar-çur etmeyi seviyorum, çünkü zevkli geliyor. O yüzden eminim ki çalınan maneviyatım, aç gözlülüğüm değil. Bak unutuyordum az kalsın, bir dizüstü bilgisayarım vardı, belki onu yürütmüş olabilir hırsız; başka da eşyam yok çalınabilecek. Biliyorum nereden başlayacağımı, ama nerelerden darbe yiyeceğimi bilmek istemiyorum. Bu nasıl bir acı Allah’ım, isyan etmek istiyorum, affet ne olursun. O kadar kaybın içinde hiç gereği yok başka kayıplar yaşamanın. Besmele çekip işe koyuluyorum, anca biter işim geceye.

                           Son-

Yorum Gönder

0 Yorumlar