BETON ŞADIRVAN BEZ BEBEK
Paslı bir hançer gibi gece, iki bacak arasında
uzandı, yırttı bir çocuğun hiç olmayan masal kitabını. Beyaz çarşafa teslim
olan kırmızı yalnızca bir an sonra kahverengiye dönüşürken, on dört yaşındaki
Zeliş çocukluktan kadınlığa terfi ediyordu. Dicle’nin öteki yakasında, ilk
âdetini gören bir kız çocuğu kefenine sarılmayı bekliyordu.
Doğunun küçük köylerinde her çocuk bilirdi çaput
ve sopadan oyuncak bebek yapmasını. Kitapsız masalların şehirlerinde, hayaller
dilsiz kız çocuklarının dudaklarında bu bez bebeklere hiç fısıldanmadan doğar
ve ölürdü. Bez bebeğine sarıldı Zeliş. Çarşaftaki kırmızıyı gördüğünden değil,
doğu da her çocuk tanırdı kırmızıyı..! O, paslı ve soğuk bir hançerin yokladığı
rahmin bilmediği yüzüyle karşılaşmaktan dolayı korktu ve bağırdı(!)
Babasının sesi geldi yan odadan. Babasının sesi
ki korkuların en vahşi olanı, annesinin odaya doğru sürünen ayak sesleri,
seslerin en ürkek ve ölü payıydı. Ve ışık, tavandan gerçeğe çirkin bir güneş
gibi doğdu;Zeliş’i kabre benzeyen bir odadan diğerine yolcu edecek gerçek. Bir
babanın neşeli çığlıkları yükseldi. Başlık parası üzerine yapılan hesaplar kaç
baş sığıra denk geliyordu? Sabah ezanına kadar süren bir hesaptı bu.
Köyün ortasına kurulan cami her haneye eşit
uzaklıkta, her şeyin merkezinde ve tanrı kendi eserini terk etmiş küskün bir
sanatkâr herkese uzak, her şeyin dışında…
Çirkindi caminin avlusundaki beton şadırvan.
Muslukları kilitlere vurulmuştu çalınmasın diye. Güvercinler uğramazdı avluya,
cami çatısında güvercinlere dikenli teller çekmişti İmam Hüsrev; İmam Hüsrev
sevmezdi güvercinleri. Işık güneşin yorgun yüzünden cemaatin uykulu yüzüne
akıyordu. Kollar sıvandı, çoraplar çıkartıldı. Abdest ki kısa bir ritüel,
pazarlık ki uzun bir hesaplaşma. Aynı anda her ikisi de yapıldı çirkin
şadırvanın önünde, ağaçsız ve güvercinsiz avluda.
Zeyd, imam nikâhlı karısından dokuz kızı olan,
yasalarca bekâr bir adamdı. Zeliş’e yıllar evvelinden talip bir adam. Elbette
ki kızın babası beş baş sığır karşılığında sattığı kızını haylice düşünmüş ve
Zeyd’den kızı için resmi nikâh sözünü de almıştı. Tabi ki Zeliş önce Zeyd’e bir
erkek çocuk doğurmalıydı.
Dicle’nin kıyısında kadınlığın gözyaşı yoktur.
Yasaktır ağlamak, yasaktır konuşmak. Kadın ki gündüzleri sırtında çalı taşıyan,
akşam ezanından evvel itaatkâr olsun diye dayak yiyen, gece çökünce yatakta
erkeğin hayvansı iştahını doyuran, arda kalan zamanlarda ise ev işlerini yapan
çağın kölesiydi. Oysa Dicle’nin kıyısından uzaklaşmak da özgür kılmazdı. Bu
topraklarda kadını. Ta Ege’ye kadar her kentte, her köyde; bir şeyh, bir hacı
vaaz verirdi kadınlar üzerine. Erkeklerin dünyasında tanrı adına konuşan her
tiksindirici yücelikte âlim, bitmek bilmeyen bir kadın düşmanlığıyla; hiç
bıkmadan, hiç soluk almadan kadınlar hakkında, onların adına konuşup dururdu.
Bir vatan ki santim santim teslimdi çirkin hutbelere, kan davalarına, çocuk
gelinleri yaratan cahil babalara, kız çocuklarına hâllenen yaşı geçmiş
adamlara… Bir vatan ki Zeliş’lerin masallar dinlemeden, başları okşanmadan,
yanağında tokat iziyle uykulara daldığı koca bir kabir.
Zeliş, diz çöktü Zeyd’in yanında, imamın önünde
ve buyruldu ilk kez ona ‘’Konuş!’’…
İmam sordu ’’ Zeyd’i kocan olarak kabul ediyor
musun?’’. Üç kez evet dedi kırılıp düşen harfleri toparlayamayan sesi.
Zeliş’e ayrı bir oda verildi. Yeni evinde yeni
bir sıfat eklendi adının başına. Kuma Zeliş, küçük bedenini büyük yatağa
bıraktı. Işık kapatılınca çirkin bir karanlık doğdu yatağa. Bir ten, bir çocuk
teni lime lime edildi. Bir bez bebek, bir çocuk gelinin elinde bütün gece
tutunacak son umut olarak oradaydı.
Bir bez bebek Dicle’nin kenarında Zeliş adında
bir kız çocuğuna bilmediği masalları anlattı kelimeleri kullanmadan. Tanrı
oradaydı, biz oradaydık..!
0 Yorumlar