Şerefe - Mustafa Söğüt

      

 ŞEREFE


-Dostluğumuza 

      Bütün kadehler dostluk için çarpışıyordu ellerimizden kurtulup. Sevinçleri hayli fazlaydı, herkesten daha çok mesutlardı. İçlerinin neyle dolu olduğunun farkındaydılar galiba. Yoksa bu şamata gereksiz olurdu. 
      Elimden düşüveren kadehin yere çarpmasıyla birlikte tuzla buz oluşuna tanıklık ediyordum. Şimdi biri çıkıp nazar diyecek diye korkmadım değil. Hafif sakarlık diyelim biz, karıştırmayalım uhrevîliği. Hafif de alkolün etkisi tutma yitimi kaybetmemi sağlamış olabilir, bunlar daha bilimsel. Kendimi bilimin açıklamalarıyla kandırmalıyım, pardon yatıştırmalıyım. O vakit kırılan kadehin önemi kalmıyor; birkaç lakırtı engelliyor kırılan nesnenin sorgulanmasını. Yanımda bulunan insanlara bakıp aldırmıyorum bile, neyse parası öderiz bakışı atıyorum etrafa. Anlamış olmaları lazım gelir ki sorgulamıyorlar beni, “Aman canım kırılırsa kırılsın, kafamız kırılmadı ya” diyerek tebessüm ediyor birisi. “ Mersi” sözümle katılıp hak veriyorum ona, ardından sahte bir gülüşle eşlik ediyorum tanımadığım arkadaşıma. 
       
      Elimde şarap ile geziniyorum ortalık yerde; bakıyorum boş bardak görsem dolduracağım, çünkü görevim bu benim. İnsanların eğlenmesi hiç bitmemeli, Patron öyle söylemişti dün gece. Odasına çıkmıştık bu konuyu konuşmak için, özellikle benden istiyordu bu görevi. Ben tam aradığı adammışım. Böbürlenmem gerekiyor şimdi, koskoca Patronun gözüne girmeye layık olduğum için. “Tamamdır Patron” diyerek ayrılmıştım yanından. Şimdi de o an aklıma geldiği için boş bardakları doldurma ihtiyacı buldum kendimde.
      
     “Evet çocuklar, harikasınız. Hepinizin azimli çalışması şerefine kaldırıyorum bu kadehi. Sizler muhteşemsiniz. Benim muazzam elemanlarım, hepinizi ayrı ayrı çok seviyorum. Çok müteşekkirim size.”
      Bu sözler kulağımı ısırıyor bir yerden ama dur bakalım, belki de fazla kaçırmışlığımın esareti altındayım, kim bilebilir. Evet, bu mümkün. Bu kaçıncı bardaktı acaba, hatırlamıyorum. İyi ki bir önemi yok, bunun ihtarını yemedim daha önce, istediğim gibi zorlayabilirim. Yaşasın Patron!
   
    “Şu mutfağa kimse bakmayacak mı? Ne bu buranın hali? Atı bağlasak abdestini yapar şuracığa, farkında değil misiniz? Ah canım, sizi kaç defa uyarmak lazım?”
     Şefe sinirlenince hepimizi haşlardı Patron. Haşlama işini şefe bıraksa daha iyi olurdu. Kızgınlık ona hiç yakışmaz, üstünde emanet gibi dururdu. Bu yüzden o bağırınca gülesim gelirdi ama tutardım kendimi. Oğlum bu işten daha iyisi yok, sakın aptallık etme derdim içimden. İçimi dinliyor olmayı umuyorum şimdi, çünkü yanaklarımı dahi oynatmamalıyım, kovulmak istemem. Biliyorum Patron’un huyunu, kızgınlığı taşıyamaz suratında ama yüreğinde merhametsizliği bulundurur. Hiç bakmaz ağlamamıza, koyar kapının önüne. Bu anlarda bol bol dua ederim, bütün dinlere inanırım Patron sinirlenince. Keşke şefe talimat verseydi de o bize bağırıp çağırsaydı derim. Çünkü şef iyi paralardı sözleriyle, dövse bu denli acımazdı canımız, ama kovma yetkisi olmadığı için rahat bir şekilde yerdik fırçamızı. Ne kadar ağır olursa olsun o sözler sonunda atılma olmayacağından dolayı söndürürdü içimizdeki ekmek yangınını. Kim bu kış vakti aç kalmak ister ki? Bilmiyorum.

     İşte boş bir kadeh, hemen koşmalıyım oraya doğru, işimi aksatmamalıyım. Fırçayı yeni yedik çünkü, karnım tok, bu sayede elimi çalıştırabilirim. Doldurduğumu farkeden müşteri bir şeyler sayıklıyor o esnada bana, “ Sâkî! Tut elimi, hasta halliyim. Gam yolunda çiğnenmişim.” Aman efendim ne hastalığı, durun durun şifanız ben de hiç merak etmeyin. “Ah çocuk, Fuzûlî ne güzel söylemiş demi” diyerek içkisini yudumluyor. Evet, kim demişse hoş demiş efendim, için için ohh yarasın efendim. Ne mübarek adammış bu Fuzûlî, sizi ne de güzel içtiriyor. 

                                 Son-  

Yorum Gönder

0 Yorumlar